Yıldız İlhan, İzmirli şair-yazarlardan. Hiç Kuşu’nun ardından ikinci öykü kitabı Yangın Merdiveni de Kibele Yayınları’ndan sessiz sedasız çıktı. Yakın zamanda da ‘bu tanrı dedemden kaldı bana’ öyküsüyle Yaşar Kemal Başarı Ödülü’nü aldı. Sade, zarif bir kapak tasarımına sahip kitapta on sekiz öykü var. Nispeten kısa öyküler yazan Yıldız İlhan, lafını dolaştırmadan, kararında söyleyip tamamlıyor sözünü. Kaba saba sözcüklerin, düşük cümlelerin ortalığı işgal ettiği günümüzde; bu gürültüden duyulmayacağını bilse de sakin, usul usul akan, sanki dışarıdanmış, kenardanmış gibi görünen ama tam da içeriden, yakın mesafeden sesleniyor bize. Kitap boyunca onlarca hayata temas ederken, hani o yol yordam bilen güzel abilerin, ablaların, birbirinin derdinden haberdar, birbirine el uzatan komşuların dünyalarına misafir olup, onlarla birlikte kapı önlerinde akşam oturmalarına gitmiş kadar mutlu oluyoruz.

İlk öyküsüne “İyidir aynı kentte doğmak, yaşamak, kocamak. Bir kentin soluğunu an be an teninde duymak, onunla gelişip serpilmek iyidir” diye başlayan Yıldız İlhan, yaşadığı şehrin özelinde ülkedeki değişimi fısıldar bize. Yoksulun, muhtacın elinden tutan ama bunu kırmadan, usulünce yapan abiler, ablalar yoktur artık. Bir şair hayata küsmüş, yaşamaktan yorulmuştur; her gece tıklım tıklım dolup taşan gazinolar televizyona yenilmiştir. Kapılardan sığmayan dedeler rahmetli olmuştur… Sadece bunlar mı? Elbette değil. Yıldız İlhan’ın gerçeküstü bir öyküsüne Tom Robbins, Mine Söğüt de konuk olur.

Köprüdeki intihar girişimleri nedeniyle aksayan trafik için “insanları bu trafikte bekletmeye kimsenin hakkı yok” diye serzenişte bulunanların ülkesinde; birkaç yıl önce kimsenin hakkını, hukukunu ihlal etmeden gecenin ikisinde Boğaz Köprüsü’nde sessiz sedasız intihar eden (buna rağmen toplumun gözünde cezası bir türlü bitmeyen) Metin Kaçan da misafir oluyor bir öyküye. Onunla, Metin Kaçan’ın metinleri üzerinden bir öykü anlatır bize Yıldız İlhan, sanki bir şarkıcıyla düet yapıyor gibidir öyküsünde.

Ve göçmenler… Yıldız İlhan; canlarını köhne bir tekneye emanet edip bilinmeze yelken açan göçmenleri de unutmamış küçücük kitabında.

“Başka yerlerde, birbirlerinden uzak uzak vurdurdular kendilerini hayata. Dağlar el ele verse, kalbin taşıdığına dayanamazmış, bildiler.” (s.78)

Öykü ve okur

Edebiyat ortamına sunulmuş bir eserde, yazar gibi okur da bu faaliyetin bir parçası kuşkusuz. Okurun katılımını, onun da kendini hikâyeye dâhil etmesini aklımızın bir köşesinde elbette tutmalıyız. Peşinden, bunun sınırı ne olmalı sorusu çıkıyor karşımıza. Okuru çok zorlayan, birkaç kez okunduğu halde okura geçmeyen, aksi gibi bunun iyi yazarlık sanıldığı öykülerin kimler için yazıldığı benim adıma hep bir soru işaretidir. Maalesef kimi öykücüler yazabildikleri değil ama muhtemelen öyle daha fiyakalı olduğunu sandıkları irtifadan yazmaya çalışıyorlar ki ortaya çıkan ürün okuru perişan ediyor. Sevgili Ahmet Büke bir yorumunda şöyle demişti: “Anlaşılmayan öykü = yüzmeyen kayık.”

Okuruyla sarmaş dolaş akıp giden cümleler.


Bunlara karşın, öyle zahmetsizmişçesine ve olağan bir dille yazıyor ki Yıldız İlhan, sanki bunlar aklına gelen ilk sözcüklermiş, bir rakı masasında anlatılıvermiş gibi.

“Camdan olsa evlerin duvarları, camdan olsa. Kim bilir neler yaşanır o evlerde? Tahmine bile yer bırakmaz o duvarların ardı. Taş gibi susarlar, su gibi örterler hayatı. Sessizlik ince ince kırılır. Çığlıklar katılaşır. Nasıl da baş eğilir unutmaya. Güzel anları hatırlamak için karıştırılır kalp defterleri. Misket olup odanın her yanına dağılır gözyaşları. Kim bilebilir bir hayatı kaç hayalin terk ettiğini. Kim.. kim?” (s.23)

Şüphesiz bu kendiliğindenliğe ulaşmanın altında, onun geçmişteki şiir tecrübesi ve hem iyi bir okur hem de iyi bir edebiyat insanı olarak geçirdiği yılların birikimi var.

“Sokakta bir kadın durduruyor. Adını bilmiyorum. Beni soruyor, nasılmışım. Tanımıyorum. Seni soruyor, özlüyor muymuşum? Çok konuşuyor. İyi miymişim? Kızıl saçlı. Bir şeye ihtiyacım var mıymış? Hiç susmuyor. Yağsa diyorum. Yağmaz diyor, yağacak gibi değil hava. Yürüyorum. Sesleniyor. Görüşelim bir ara. Kafamı sallıyorum. Görüşelim. Ne zaman. Nerede. Kiminle.” (s.53)

Ayhan Geçgin ve Behçet Çelik ile birlikte hazırladıkları ‘Kurbağalara İnanıyorum’ kitabında Barış Bıçakcı, öznenin doğumunu ya da yokluğunu veya sürekliliğini mümkün kılan şeyin dile çalışmak olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder:

“Ama o dile ulaşmak her şey demek değil, bir de bu çalışmayı gizlemek, zahmetsizce ulaşılmış bir dil hissi vermek gerekir. Aksi takdirde bir vücut geliştirmeci gibi kasılır kalırız ortalıkta…”

Teknik sorunlar

Yangın Merdiveni’nin, iç sayfalarıyla ilgili birkaç sorunu da görmezden gelemedim açıkçası. Örneğin, ilk öykünün olduğu sayfa numarası bir ile başlamış ve bu sıra ile devam etmiş. Halbuki künye vb. bilgilerin olduğu sayfalar da dikkate alındığında, aslında on birinci sayfadan başlıyor ilk öykü. Bunun yanında, mizanpaj aşamasında tireleme kullanılmadığı için, satıra sığmayan uzun kimi sözcüklerin alt satıra aktarılması, kalan sözcüklerin arasının gereğinden fazla açık olmasına neden olmuş.

Bu tür kimi küçük teknik sorunlara karşın, kendi özgün sesini, Yangın Merdiveni’ndeki öyküleriyle kulağımıza usul usul fısıldıyor Yıldız İlhan.

“Hiç büyük cümle.

Kapat kitabı. Rüyaya vakit kalsın.” (s.23)

*Miles Davis


                                                                                                Tayfun Topraktepe - Birgün 

(http://www.birgun.net/haber-detay/sessizlikler-soloya-dahildir-166099.html)